ÖLÜM GEMİLERİ: SALVADOR & STRUMA

ÖLÜM GEMİLERİ: SALVADOR & STRUMA

ve SOYKIRIM İDDİALARININ ARDINDAKİ GERÇEK

Evrenin sonsuz boşluğunda meçhul yolculuklara çıkacak uzay gemilerinin kaderleri de birer Salvador ve Struma öyküsü olmamalı...

İnsanlık tarihinin yazılmasına zaman zaman müdahaleler olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Geçmişin ipuçlarını yeniden mercek altına yatırmak ise; değişken 'doğrular'ın üstesinden gelip objektif 'gerçeğe' ulaşabilmenin tek yoludur. Geçmişteki tüm yaşanmışları yeniden gün ışığına serip objektif bir değerlendirmeyle bakıldığında, yıllar yılı anlatılagelen 'Yahudi Katliamları' ve 'Soykırım Öyküleri'nin bizleri çok başka ufuklara ulaştırdığını görmek mümkün.İnsanlık tarihi uzmanlarca tekrar tekrar incelenmeli ve yeniden kaleme alınmalıdır. İnanıyorum ki; o zaman insanlık mutlak barışı yaşayabilme olanağına kavuşacak ve müdahalelerle yazdırılan tarihin insan ruhunda bıraktığı derin ve gereksiz yaralardan kurtulabilecektir.

Mason locasının önde gelen liderlerinin gizlice ve ortaklaşa aldığı bir kararla, 'vaad edilen topraklar' olarak değerlendirilen, günümüz İsrail sınırlarında bir devlet kurma projesi uygulamaya konmuş ve her şeye karşın salt bir rüyayı gerçekleştirmek adına Yahudiler tarafından Yahudi ırkına zulmedilmiş, korku ve kin tohumları üzerinde yükselen bir devlet hayali gerçeğe dönüştürülmüştür.

Bu gelişmeden güç alınarak da, aynı güç odağınca; 21. yüzyılda bir dünya devleti kurulması çalışmaları çoktan başlatılmıştır ki; bu operasyonun adına da: 'Yeni Dünya Düzeni' denilmektedir.

Soykırım masalından P-2 Mason locasına, MAFİA'dan Gladio'ya, CIA'dan Moon tarikatına ve Ilımlı İslam'dan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'ne değin uzanan yolda araştırmacıların karşısına çıkan ayak izlerinde hep aynı işaret var; Yahudi lobileri ve Mason locaları..

Benim çabam çok küçük bir işaretten öde değildir.

Gerisi ise; dürüst tarihçilerin sorumluluk alanındadır.

***

2.Dünya savaşı öncesi ve sırasında Avrupa'daki Yahudileri kaçak olarak Filistin'e götürmeye çalışan gemilerden en korkunç sonla karşılaşanları 'Struma' ile 'Salvador'du.. Salvador'a ölüm gemisi adı verilmişti.

12 Aralık 1940'da İstanbul'a ulaşan 'Salvador', ertesi gün şiddetli bir fırtınayla Silivri açıklarına sürüklendi. Karaya çıkabilenler donarak öldüler.O gün kesin olmayan bilgilere göre 122 kişi kurtulabildi.

'Struma', iki buçuk ay Boğaz'da bekletildikten sonra; motorlarının çalışmadığı bilindiği halde Karadeniz'e çekildi ve burada kazaen bir Sovyet denizaltısı ile torpillenerek 769 yolcusuyla batırıldı.

İnsanlık tarihinin trajedileri arasında yer alan bu olayın geride kalan tanıkları zulmü unutabilmiş değiller. 'Salvador' gemisinden kurtulan ve şu anda yaşayan tek tanık:Albert Farhi, bugün İsrail'de yaşam sürdürüyor.

"İnsan üstü bir güç beni havaya fırlattı. Birkaç saniye sonra suya çarptım ve yine birkaç saniye sonra su yüzüne çıktım. Havadan tahta parçaları yağıyordu. Gemiyi göremedim. Tümüyle yok olmuştu. Su buz gibi soğuktu.Denizin üstü kendini kurtarmaya çalışan kadın-erkek insanlarla doluydu. Bunlar Struma'nın parçalanan ahşap bölümlerinden dışarı fırlamışlardı. Geminin metal bölümlerinde bulunanların tümü (bunların yolcuların üçte ikisi olduğunu söyleyebilirim), anında boğulmuşlardı. Ötekilerin pek çoğu da hemen hayatlarını kaybettiler."

769 yolcusuyla Polonya'dan demir alıp denizlere açılan Struma adlı gemiden kurtulan tek kişiydi David Stoilar. O korkunç anı anlatırken, geçirdiği kabus dolu saatleri yeniden yaşıyordu. Ama ya öncesi! Sanki bu olay ta başından beri felaketleri çağırır gibiydi.. Batan Struma gemisi bırakın bu kadar yolcusuyla hareket etmeyi, su üzerinde duracak durumda dahi değildi. Nitekim, Yahudileri Filistin'e taşımak amacıyla bu yolculuğu düzenleyenler 1942 yılında ölüme sebebiyet vermekten Romanya'da yargılandılar fakat batma nedeninin bir denizaltı tarafından torpillenmek olması nedeniyle beraat ettiler. Gemiden kurtulmayı başaran tek kişi olan Davit Stoilar daha sonra Filistin'e gitmeyi başararak İngiliz ordusuna katıldı. David Stoilar'ın izi ancak 30 yıl sonra Maria Arsene tarafından bulundu.

Maria Arsene'in kitabındaki Struma'dan kalan tek hatıra ise; ölüm gemisinden kurtulamayarak ölen iki gencin Romanya'daki ailelerine İstanbul'dan gönderdikleri iki kartpostaldı.. İki genç, batmadan önce İstanbul limanında iki ay süreyle bekletilen Yahudi yolcularla dolu gemiden kaçarak limana çıkmışlar, ancak Türk jandarmaları tarafından yakalanarak gemilerine gönderilmişlerdi. Gemi limandan ayrılmadan bazı kişilerin kaçak olarak karaya çıkmış olma olasılıkları var. Hatta bunlardan bazılarının bizzat Vehbi Koç ve İhsan Sabri Çağlayangil tarafından kurtarılıp himaye edildikleri biliniyor.

Kurtulanlar içinden sonradan Mobil Oil Company adını alacak olan Socony - Vacuum Oil Company Inc.'in Romanya direktörü ve ailesi de bulunuyor.

Ayrıca yolculardan bayan Madea Salomoviç'te ağır hastalanarak Yahudi Hastanesinde ameliyata alınıyor ve daha sonra karayolundan Filistin'e ulaşıyor.

Türk hükümetinin Struma'nın Boğaz'da bu kadar kalmasına ve gemidekilere yiyecek, giyecek gibi yardımlar yapılmasına izin vermesinin esas nedenleri arasında kısa bir süre önce gerçekleşmiş olan Solvador Faciası'nın bir örneğinin daha tekrarlanmasının istenmemesi de yatmaktaydı.

FACİA: “GELİYORUM” DEDİ..

Yahudileri Alman nazi zulmünden kurtarmak için Filistin'e götürmeyi amaçlayan Salvador adlı 'yüzen tabut'un başına gelenlerden sonra, aynı felaketin bir kez daha yaşanmamasına yönelik bir hassasiyeti Türk hükümeti gösterdi. Ancak yine de sonuca yönelik değildi. Çünkü; Struma tüm çabalara karşın Karadeniz'e çekilmiş ve Yalıköy civarındaki Podima açıklarında bir Sovyet denizaltısı tarafından 'kazaen' topillenerek batırılmıştı! Bu facianın sorumlusu olarak önceleri kimliği belirsiz ama Alman olduğu ima edilen savaş gemileri gösterilmişti. Ancak yakın zamanda açılan Sovyet ve Alman arşivlerinde geminin bir Sovyet denizaltısı tarafından torpillendiği ortaya çıkartıldı. Salvador, Struma'dan iki yıl önce batmıştı. 1940 yıllarının son aylarıydı, Salvador Bulgaristan'ın Varna limanından demir aldığında, Alman Nazi orduları Bulgaristan sınırına dayanmıştı.İşbirlikçi hükümet de tüm Yahudiler'i yakalayarak Almanlara teslim ediyordu! Kaçabilenlerden bir bölümü Salvador gemisini tıka basa doldurmuştu. Hepsinin amacı tekti; bir an önce Filistin'e yani anavatan topraklarına gitmek..

Uruguay bandıralı Salvador, üç günlük yolculuktan sonra, İstanbul limanına vardı. İçinde 342 kişi vardı. Aslına bakılırsa kesinlikle yolculuk yapabilecek teknik vasıflara sahip değildi ve donanımsızdı. Türk hükümeti limana giren Salvador gemisine biraz da Nazi Almanyası ile 'dostluğu' nedeniyle, "Burada daha fazla bekleyemezsiniz" uyarısında bulundu. Salvador, limandan hareket etti ve bir kılavuz kaptan eşliğinde Marmara'ya açıldı. Gemi Silivri açıklarına geldiğinde şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Bir ceviz kabuğu gibi denizin çıldıran dalgaları arasında savruluyordu. Yolcular korku içinde birbirlerine sarılmışlardı. Fırtınaya dayanamayan çürük gemi, adeta dağılarak parçalara ayrıldı. Yüzlerce yolcu kendisini soğuk denizin ortasında buldu. Yüzme bilenler karaya ulaşmak için, tüm güçlerini harcadılar ama, nafile!Yüzenler Silivri-Çorlu karayoluna kadar çıkmayı başarabilmişti ama soğuktan donarak ölmüşlerdi. Toplam 342 yolcudan 231’i öldü. Hepsinden acısı ölen 231 kişiden 70'inin çocuk olmasıydı..Ölenler arasında Türk Hükümeti'nin görevlendirdiği Türk kılavuz kaptan da bulunuyordu..

Cesetler görevliler tarafından üst üste at arabalarına yığılarak mezarlığa götürülüp defnedildi. Manzara korkunçtu. Dönemin ve olayın tanıklarından Hasan Sezen, yaşadıklarını anlatırken, "Gördüklerimi unutamıyorum" diyordu. Silivri ve civar köylerde oturanlar, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalıştı. Ancak Jandarma kayıtlarına geçen soyguncular da oldu. Jandarma karaya vuran cesetleri soyan hırsızları yakalayarak mahkemeye sevketti.

Ölüm gemisi Salvador'dan 111 yolcu kurtulabilmişti. Bu yolcuların bazıları daha sonra; İsrail devletinin temelini oluşturan Filistin'e gitmeyi başarabildi. Salvador faciasından sonra,İsrail hükümeti Yahudilere yapılan zulmü insanlığın gözleri önüne serebilmek için çok geniş çaplı bir araştırmaya girişti. Salvador'un batışının ardından yaşamını yitirenler, Silivri'deki Yahudi mezarlığına defnedilmişti.60'lı yıllarda, İsrail'den gelen bir heyet cenazeleri İsrail'e nakletti. 1974 yılında Kudüs'de bir anıt mezar yapıldı. Kurtulanlar İstanbul'a getirilerek Galatarasay, Minare Sokak 17 numaralı eve yerleştirildi. Ancak, bu kazazedelerden bir daha haber alınamadı. Zaten İstanbul'dan transit olarak geçmek amacında oldukları için, daha sonra nerelere gittiklerine dair bir kanıt bulunamadı.

TEK TANIK

Salvador'dan kurtulanlardan yalnızca bir kişi varki önemli..

Albert Farhi..

Albert Farhi, yalnızca batan gemi Salvador'un değil, yakın tarihin en önemli tanıklarından birisi..

Farhi, bugün 77 yaşında.. (Ekim-1996) Türk Yahudisi olan eşi Raşel, torunları ve çocuklarıyla birlikte İsrail'de yaşam sürdürüyor. Torunlarından birinin adı Yoşi.. Raşel Türkçe konuşabiliyor..

Albert Farhi, annesi ve babasıyla birlikte Salvador gemisine bindiğinde 21 yaşındaymış. Eski bir gemiyle İstanbul'a doğru yola çıktıklarında gemide yalnızca ekmek ve su varmış. Gemi parçalandığında nasıl kurtulduğunu tam olarak anımsayamıyor. "Babamın cesedini kıyıda buldular, fakat anneminkini bulamadılar. 250 kişi öldü, sanırım bir o kadarı da kıyıya çıkabildi, ama hepsi yaşamadı. Biz kurtulanları İstanbul'a götürdüler." diye, sürdürüyor konuşmasını: 1919'da Bulgaristan'da doğdum.Babam Yugoslav Yahudisiydi ve tabiyetini değiştirmemişti. 6 kardeştik, çok mutlu bir yaşantımız vardı. Ne yazık ki; 1940 yılında Bulgar Hükümeti, Bulgar vatandaşı olmayan Yahudileri sınırdışı etmeye başladı. Vatandaşı oldukları ülkelerinde kabul edilmeyen bu Yahudiler, genellikle sınırlarda öldürülüyorlardı. Almanlar daha Bulgaristan'ı işgal etmemişlerdi ama, Alman zulmünün ne anlama geldiğini biliyorduk. Annem ve babam çaresiz kalınca Filistin'e gitmeye karar verdiler, yalnız gitmelerini istemediği için, onlarla birlikte yola çıktım. Salvador, çürük ve eskiydi. Yolculuğa çıktıktan ik-üç gün sonra, fırtına ve dalgaların etkisiyle ikiye bölündüğünde herkes denize döküldü. Korkunç bir şeydi. Annem ve babam öldüler. Babamın cesedini denizden çıkardılar, anneminkini bulamadılar. Nasıl kurtulduğumu, kaç kişinin kurtulduğunu hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda kendimi kumların üzerinde yatarken buldum.

Kurtulanları İstanbul'da Galatasaray, Minare Sokak 17 numaralı Bene Berit binasına götürdüler.Kadın ve çocuklarla, erkekler ayrı katlarda kalıyorduk. Pis ve bitlenmiş olduğumuz için, hepimizi traş ettiler. Bizimle çok güzel ve akıllı bir kadın olan Madam Yarhi ilgileniyordu. Birkaç gün sonra su borusundan kaçtım. İspanyolca konuştuğunu duyduğum bir ailenin yanına yaklaştım. Çok iyi insanlardı, üç ay boyunca bana baktılar. Hatta beni kardeşleriyle evlendirmeyi bile teklif ettiler. Sonra polisin beni yakalamasından korkup Bene Benerit'e geri döndüm. Beş ay orada kaldım.Daha sonra, kardeşlerimi düşünerek türk bandıralı bir gemi ile Bulgaristan'a geri döndüm.

Almanlar, Bulgaristan'a girince bizi çalışma kamplarına yolladılar.İki sene kampta kaldım. Bulgar hükümeti bizi öldürmelerine izin vermedi. Çalışma kampı Romanya'ya yakındı. Buzlu bir nehrin üzerinden geçerek Romanya'daki Yahudilere sığındım. Onların yardımıyla kaçak olarak bindiğim bir gemiyle Filistin'e yola çıktım. Filistin hayalleri kuruyordum fakat İngilizler gemiyi durdurarak Kıbrıs'ta hepimizi hapsettiler.

Tek Bulgar Yahudisi bendim. Kaçma planları yaptık, tünel kazarak kıyıya çıkmayı planladık. 18 ay hapislikten sonra, tünel kazarak kıyıya çıktık. Kıyıya yanaşan bir tekne Yahudi olup olmadığımı sordu, evet deyince beni tekneye aldılar ve nihayet 1944'de İsrail'e vardım. Çok kişi bu yolla kaçtı. Kaçamayanlar 4 sene daha hapis yattılar.

“Hepimiz çok acılar çektik. Ben de çok acılar çektim, İsrail'e geldikten sonra da çok mücadele ettim, ağır işlerde çalıştım. Dilerim bunların hepsi geride kalsın, ülkeler birbirleriyle savaşmasın. En güzel şey barıştır” diyor.

1939 yılında tehlikeyi görüp Filistin'e yasal ve yasadışı yollardan ulaşmaya çalışan ve Yahudileri taşıyan gemilerin her birinin ayrı bir öyküsü var. Herbirisi "Yüzen Tabut" olan bu gemilerden Salvador ile Struma'nın öyküsü böyle, ya diğerlerinin öyküsü! İnsanlık tarihinin utanç sayfalarından başkaca bir şey olmayan savaşların gün gelip "Uzay Gemileri"nin de birer Salvador ile Struma öyküsü olmayacağını sanıyorsanız çok aldanırsınız.

SALVADOR'UN TÜRK TANIĞI

Salvador gemisinin battığı yer bugün, bir tatil sitesinin plajı.. Bunca acının yaşandığı kumsalların burası olduğuna inanmak güç..Silivri'deki eski Yahudi Mezarlığı'nın yerinde bugün, 'Matematik Bilimleri Araştırma Merkezi' var. Bahçede ise; hala birkaç mezar taşı geçmişin izlerini bugüne taşıyor. Bazı mezar taşları üzerleri silinip, Silivri hamamının yer döşemesi, kurna yapımında ve talebe yurdunun inşaatında kullanılmış! Pek azı ise Dr.Cemal Kozanoğlu'nun kişisel çabalarıyla müze haline getirilmeye çalışılan eski sarnıcın içinde duruyor.

Günümüzden 56 yıl önce yaşanan korkunç facianın görgü tanıklarından bugün 77 yaşındaki (Ekim-1996) Hasan Sezen halen Silivri'de yaşıyor. Zaten bu gemilere o günlerde 'tabut gemi' denildiğini bilmeyen yok! Hasan Sezen: "Silivri'de nadir görülen bir soğuk ve fırtına vardı. Gemi sabaha karşı Cambaz denilen yerde kayalara çarparak batmış. Zaten bunlara o zaman tabut gemi denirmiş. Derinlik az olduğu için karaya çıkabiliyorlar fakat çıktıkları yer dümdüz bir tarla! Atıyorlar kendilerini denize, ıslak soğuk.O zamanlar Silivri'de elektrik filan yok! Ne iz var, ne yol var! Saatler sonra yoldan geçen bir kamyon şoförü görüp Silivri'ye gelip Hüseyin'in kahvesinin önüne çekiyor, 'Sahildeki çalıların arası ceset dolu, canlıları kurtarmaya gidin' diye, haber veriyor.

Sabaha karşı yardıma gidildiğinde zaten çoğu soğuktan donarak ölmüştü. Havra'ya ve eski Yahudi mezarlığına giden yol bizim evin önünden geçerdi. Arabalar içinde üst üste yığılmış cesetler mezarlığa götürüldü. Silivri Yahudileri kurtulanlara çok yardım ettiler, ölüleri gömdüler. Battaniye, yiyecek, giyecek taşıdılar. Evlerinde barındırdılar.Tarlaların üstü ceset doluydu. Yardıma gidenlerin bir kısmı zavallıları soydu. Bunların büyük kısmını Jandarma yakaladı. Dikiş makinaları, halıları bile kıyıya vurmuştu. Soyanlardan yakalanmayanlar da hiçbir zaman o malların hayrını görmediler. Sonra, kurtulanları İstanbul'a götürdüler.O zamanlar Yahudi çoktu, mahalleleri vardı. Albert vardı, Moiz vardı, bilmem hala yaşıyorlar mı?.. Bizim yaştakilerin hepsi çok iyi hatırlar; Ekrem, Belkıs ana, Bektaş iyi hatırlar. İkinci bir gemi de yukarıda Podima'da (Struma'yı kastediyor) battı. Onlardan hiç kurtulan olmadı. Bizim buradaki yaşlıların hepsi hatırlar." diye anlatıyor, o günleri...

DİĞER ÖLÜM GEMİLERİ


Mefküre - Morina - Bülbül

Araştırmacı Dr. Gad Nassi'ye göre 2 Ağustos 1944'de Türkiye, Almanya ile ilişkilerini kestiğini ilan eder. Almanya ve İttifak Devletlerinin Türkiye'ye asker çıkartması olasılığı karşısında mülteci gemileri konusunda bir kararsızlık hakimdir. 3 Ağustos 1944'de ise;Mefküre, Moria ve Bülbül adlı, üç tekne peş peşe Köstence'den İstanbul'a doğru yola çıkar.Bunlardan Mefküre, 5 Ağustos 1944 gecesi meçhul bir gemiden açılan ateş sonucu batırılır. 320 yolcudan ancak 54’ü Bülbül'e yüzerek kurtulur. Dr.Rohwer'in kitabında Rus savaş gemileri tarafından batırıldığı öne sürülüyor.

Aslında dönem boyunca Türkiye Ortadoğu'da Yahudiler için güvenebilecekleri tek ülke oldu. Avrupa'daki bazı Türk Konsolosları'nın toplama kamplarından kurtarabilmek için; sahte pasaport verdiği, Türkiye üzerinden Filistin'e kaçabilmeleri için, çeşitli kolaylıklar sağladığı biliniyor. Savaş süresince Balkan ülkelerinden kalkan toplam 40 gemi, 21 bin 897 Yahudi Boğaz'dan geçerek Filistin'e ulaştı. Bunun dışında Türkiye'den vize alıp yasal yollardan Filistin topraklarına ulaşan pek çok Yahudi var.

Türkiye'nin politik tavrından ötürü, kapalı tutulan devlet arşivlerinde yer alan pekçok belgeye ulaşılamadığından, açığa çıkartılamayan daha pekçok olay var. Dönemin gazetelerinde yer alan haberlerden yola çıkılarak yapılan araştırmalar ise; sınırlı kalıyor. Sovyet arşivlerinin bile araştırmacılara açıldığı günümüzde, özellikle İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları arşivlerinin araştırmacılara açılması gereklidir. Böylece karanlık dönemlerin gerçekleri gün ışığına kavuşabilecektir.

YAHUDİ SOYKIRIMINA TÜRKİYE'DEN BAKIŞ

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Tarih Bilimci Dr. Esra Danacıoğlu, 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Balkan ülkelerinden Filistin'e çeşitli yollardan göç etmeye çalışan Yahudiler ve bunları taşıyan gemilerle ilgili kapsamlı araştırmalar yaptı. 1995 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile İsrail Kudüs'te bulunan Dr. Esra Danacıoğlu o günlere ilişkin değerlendirmelerini şöyle özetliyor: “2. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi soykırımı, Türkiye'den bakıldığında filmlerde izlenen bir trajedi gibi görünür. Gaz odalarından, toplama kamplarından kaçma öyküleri de uzak coğrafyaların hikayeleri gibi düşünülür. Akıllara İstanbul'un hem Mihver devletleri ve hem de müttefiklerin casuslarının cirit attığı kanlı, karanlık pazarlıkların yapıldığı gerçek bir 'Kazablanka' olduğu gelmez. Halbuki 1940 - 1941 yıllarında İstanbul'da görev yapmış olan Mossad ajanı Ruth Kluger anılarında, Tokatlıyan ve Park Oteli'nde boy gösterenlerin %80'inin casus olduğunu belirtir. İstanbul'da Yahudileri Avrupa'dan çıkarabilmenin hesapları yapılır. Boğazlar, Bulgaristan'ın Varna, Romanya'nın Köstence Limanları'nda Yahudi mültecilerle açılmış, çoğu kötü koşullarda irili ufaklı teknelerin geçişlerine sahne olur.

Savaş içinde tarafsız kalabilmiş ve Nazi işgaline uğramamış üç Avrupa ülkesinden biri İspanya ve İsviçre ile birlikte Türkiye'dir. Türkiye, Avrupa'nın yani savaşın dışına çıkabilmenin -Yahudiler için ise; imha edilmekten kurtulabilmenin- birkaç dar kapısından biridir.

2. Dünya Savaşı sırasında, Karadeniz'de ciddi bir Yahudi mülteci trafiği yaşandı. Bunların büyük bir bölümü Bulgar, Romen ve Macar Yahudileri idi. İçlerinde Avusturya ve Polonya Yahudileri de vardı. Savaş içinde yaklaşık 20-25 bin yahudiyi, Karadeniz ve Boğazlar üzerinden Filistin'e ulaştırmak üzere, 30-32 adet tekne yola çıkar. Bir kısmı batar ya da batırılır. Kaçak trafiğine katılan gemilerden sadece 7 adedi Türk bandıralıdır. Bunlar: Sakarya, Kazbek, Morina, Bülbül, Mefküre, Selahattin ve Toros adlı teknelerdir. Savaş sırasında yaklaşık 55 bin Yahudi'nin Filistin'e gidebildiği ve bunların büyük çoğunluğunun Türkiye üzerinden ulaştığı bir gerçektir.

Söz konusu kaçak trafiği 4 temel değişken tarafından belirlenmiştir. Bunların ilki Nazi Almanya'sının Yahudi politikasıdır. Sanılanın aksine 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa Yahudilerinin Nazi imha makinelerinden kaçamamalarının yegane nedeni Nazilerin Yahudileri imha etmekteki kararlılığı değildir. Yahudilerin toptan imhası 1941'de gündeme gelecektir. İkinci değişken ise; İngiltere'nin politikasıdır.İngiltere bir yandan l.Dünya Savaşı sırasında, Filistin'i diğer Arap topraklarıyla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklanması karşılığında 'Haşimi Ailesi'ne bağışlamışken, öte yandan 'Balfour Deklarasyonu' ile Filistin'i Yahudilerin milli yurdu ilan etmiş ve Filistin'e Yahudi göçünü garanti altına almıştır! Ancak, l.Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler, savaş öncesindekinden çok farklıdır. Arap dünyasının Yahudi göçüne tepkisi 1930'lu yıllarda Filistin'deki Arap nüfusunun grev ve silahlı direnişine dönüşünce İngiltere politikasını tedricen değiştirmek zorunda kaldı. Savaşın sıcak soluğunun hissedildiği 1939 yılında, gelecek 5 yıl için Filistin'e göç edecek Yahudiler'in sayısı 75 bin olarak saptandı.Savaş sürecinde İngiltere bu politikasını iki yöntemle uygulamaya çalıştı. İlki kaçak, yani vizesiz Yahudi taşıyan teknelere el konulması, ikincisi ise;Avrupa'dan Yahudilerin yola çıkışlarının ve Türkiye üzerine baskı yaparak Boğazlar'dan geçişlerinin engellenmesidir. Amerika'nın Yahudi sorununa ağırlığını koyduğu 1944 yılında Yahudilerin -tabii sağ kalanların- Balkanlar'dan çıkartılması gündeme geldiğinde ise; Yahudilerin söz konusu toprakları terk etmeleri imkansızdı.

Üçüncü değişken yahudi cemaatleri barındıran ülkelerin politikalarıdır. Bu ülkelerin politikalarının tek başlarına çok da belirleyiciliği yoktur. İngiltere veya Almanya'nın politikalarına göre belirlenmektedir.

Dördüncü değişken ise; Türkiye politikasıdır. Türkiye bu trafikte 'anahtar' ülke konumundadır. Türkiye, savaşın ilk yıllarında 1941'e değin İngiltere'nin Boğazlar'dan vizesiz Yahudi taşıyan geçişine engel olunması yolundaki baskısını, bu uygulamanın 'Montreux Boğazlar Sözleşmesi' ile seyir özgürlüğü ilkesini ihlal edeceği gerekçesiyle reddetti. Ancak İngiltere'nin kararlılığı ve bu trafiğin giderek yoğunlaşması ve daha fazla riskli hale gelişi, Alman ordularının Meriç'e dayanması Türk politikasında değişikliğe neden oldu. Dolayısıyla Bulgar ve Macar yahudileri ile ilgili planlar tartışıldığında, 1942-1943 ve 1947’de Boğazlar'da Yahudileri taşıyan gemiler belirdiğinde Türkiye hep İngiltere'nin bu insanları kabul edeceğine dair garanti talep etti. Aksi durumda ise, gemilerin geçişine izin vermedi, mülteci kampları kurulmasına soğuk baktı."




HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.